|
|
|
|
|
Ömer Lütfi Kanburoğlu, ÖNLEYİCİ HAREKÂT STRATEJİLERİ ve ABD / STRATEGIES FOR PREVENTION OF OPERATIONS OF, and the U.S.
ÖNLEYİCİ HAREKÂT STRATEJİLERİ ve ABD
Başkan Bush döneminde ABD’nin dış politika stratejisi haline gelen “önleyici harekât” kavramının dünya barışını tehlikeye sokacak hale geldiği şu günlerde “önleyici askeri faaliyetlere başvurulmasında devletler hukuk kurallarını ne ölçüde dikkate alıyor?” sorusu önem kazanmaktadır.
Uluslararası Hukukun başlıca amaçlarından biri güç kullanımının düzenlenmesidir. Meşru müdafaa düşüncesi ile önleyici harekâta, acaba Uluslararası Hukukta yer var mıdır? Aslına bakarsanız bu konu çok tartışmalı olup, meşruluğu şüphe götürür bir eylemdir. Uluslararası Hukukta bu tür eylemlerin çok kısıtlı koşullar altında uygulanabileceği belirtilmiştir.
Önleyici savaş stratejilerinin ABD tarafından tek yanlı olarak kullanılması, yarın emsal gösterilerek başka ülkeler tarafından kullanılma ihtimalinin de önünü açmaktadır. Bu yönüyle önleyici harekât stratejilerinin küresel ve bölgesel güvenlik açısından endişe verici olduğu çok açıktır.
Uluslararası güvenlik denilince akla gelen ve evrensel düzeyde güvenliği sağlama misyonu olduğunu iddia eden BM, görülebilir gelecekte endişe teşkil eden güvenlik tehditlerini altı grupta toplamaktadır;
- Ekonomik ve sosyal tehditler, (yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar ve çevre sorunları da dahil) - Devletlerarası çatışmalar, - İç çatışmalar (sivil savaşlar, soykırım ve diğer büyük ölçekli karışıklıklar dahil) - Nükleer, radyolojik, kimyasal ve biyolojik silahların yayılması, - Terörizm ve ulus aşan organize suçlar.
Bunlarla birlikte çevre kirliliği, az gelişmişlik, terör, değerli madde kaçakçılığı, yasadışı göç gibi bir çok yeni kavram toplumsal tehdit anlayışlarının içerisine dahil olmuş, toplumların ve devletlerin güvenlik kavramlarının anlamı genişlemiştir. Daha önceleri, örneğin toprakları genişletme arzusu bulunduğu algılanan bir devlet, komşu devlet tarafından güvenliği tehdit edici unsur olarak kabul edilirken, bugün teröre destek verme, çevre kirliliğini arttırma gibi birçok konu nedeniyle komşu olmayan ülkeler bile birbirlerini güvenliği tehdit edici kategoride değerlendirmektedir.
Güvenlik algılamalarını daha da karmaşık hale getiren günümüz uluslararası sisteminde, zayıf ve başarısız olarak adlandırılan devletlerin yaşadığı iç sorunlar, bu tip ülkelerde yeşerme zemini bulan terörist hareketlerin başka ülkelere sıçramasını kolaylaştırmaktadır. Artık bir ülkenin güvenliği için başka bir ülkenin nasıl yönetildiği ve o ülkedeki devlet veya toplum yapısının karakteri önemli olmaktadır. Batılı devletlerin, özellikle ABD’nin algısı, demokrasi ile yönetilmeyen ülkelerin hiçbir şekilde çevrelerine güven vermeyecekleri, bu durumun potansiyel olarak çatışmaları ve savaşları artıracağı şeklindedir.
Bu çerçevede BM Güvenlik Konseyi, BM Antlaşmasının VI. bölümünde düzenlenen barışçıl çözüm yollarını tavsiye etmenin yanı sıra, VII. bölüm altında “barışın tehdit edildiği, bozulduğu ya da bir saldırı fiilinin meydana geldiğini” saptadıktan sonra, uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden tesisi için gerekli tavsiyelerde bulunma veya 41 ile 42’nci maddeler gereğince alınacak zorlama tedbirlere karar vermekle yetkilendirilmiştir.
BM sisteminde dikkati çeken bir diğer konu da, madde 2/4 ile uluslararası ilişkilerde yalnızca kuvvet kullanma değil, kuvvet kullanma tehdidine başvurmak da yasaklanmıştır. Hal böyle iken, yeni moda önleyici savaş stratejileri uyarınca özellikle ABD, BM’i ulusal çıkarları doğrultusunda kullanarak başka devletleri dolaylı yoldan tehdit etmekte sakınca görmemektedir.
Madde 2/4, kuvvet kullanma ve kuvvete başvurma tehdidinde bulunmaya yasak getirmiş, ancak Antlaşma metninde kuvvet kullanma yasağının silahlı kuvvet kullanılmasıyla sınırlı kalıp kalmadığı konusu açıklanmamıştır. Bu nedenle, silahlı kuvvet kullanma fiili yanında, siyasi ve ekonomik baskıların da yasaklanıp yasaklanmadığı hususu halen tartışmalara açık bir konudur.
İç çatışmalar, kuvvet kullanma kavramı kapsamında değerlendirilmemektedir. Çünkü madde 2/4, devletlerin yalnızca uluslararası ilişkilerinde kuvvet kullanmalarını veya kuvvet kullanma tehdidinde bulunmalarını yasaklamaktadır. Yani bir devletin ülkesinde ortaya çıkan ayaklanmayı bastırmak için kuvvete başvurmak hakkı yasaktan etkilenmez.
Günümüzde, önleyici savaş strateji yöntemlerini kullanan devletlerin özellikle terörizme destek sağladıkları gerekçesi ile başka devletlere karşı “meşru müdafaa” tezi ile hareket ettiklerini görüyoruz. Klâsik hukukta varlığını koruma ve zorunluluk hâlinden ayrılmamış olan meşru müdafaa, doğal olarak önleyici meşru müdafaayı da kapsamaktadır. BM Antlaşmasının kabulünden çok daha önce önleyici meşru müdafaaya ilişkin kabul edilmiş bir doktrin vardır. Bu doktrini açıkça telaffuz eden klasik hadise, Caroline olayıdır. Caroline Doktrini, meşru müdafaayla varlığını koruma hakkını özdeşleştiren bir yaklaşımla önleyici faaliyetlere izin vermiştir. Caroline olayı, 1837’de Kanada’nın İngiltere’ye karşı verdiği bağımsızlık savaşı sırasında çıkmıştır. Savaş sırasında Kanadalılar ihtiyaç hissettikçe yakındaki ABD eyaletlerine sığınıyor ve onlardan yardım alıyordu. ABD Hükümeti tarafsızlık politikası izliyordu. Kanadalılar, Kanada'daki Navy adasından İngiliz gemilerine saldırıyor ve ihtiyaç duydukları silah yardımını Caroline adlı bir Amerikan bandıralı gemi vasıtasıyla temin ediyorlardı. Ancak İngilizler Caroline’i bir Amerikan limanı olan Schlosser'de ele geçirmiş, ders olsun diye de Niagara Şelalesinden aşağı atmıştır. Bu olayda bazı ABD vatandaşları yaşamını yitirmiş, bunun üzerine sorumlu görülen bir İngiliz tutuklanmıştır. Bu olayda İngiltere, gemiyi yok ederken meşru savunma hakkı çerçevesinde hareket ettiğini ileri sürmüştü. İngiltere'ye göre Caroline korsan bir gemiydi ve ABD kendi sınır hattında kendi yasasını uygulayamadığına göre İngiltere meşru savunma için gerekli önlemleri almıştı. ABD, İngiltere'nin bu görüşünü reddetmiş ve sorun hakemliğe götürülmüştür. Hakemlik kararına göre meşru müdafaa hakkının kullanılması için tehlikenin o an ortaya çıkmış, ani, başa çıkılmaz ve başka hiç bir korunma yoluna başvurmaya imkân bırakmayacak nitelikte olması gerektiği belirtilmiş ve bu olayda İngiltere’nin meşru müdafaa boyutlarını aştığı ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak, meşru müdafaa hakkının kapsamına baktığımızda, tehdit o anda geçerliyse ve buna karşı kullanılan araçlar tehditle orantılıysa; devletin çıkarlarını ve yurt dışında tehdit altında olan vatandaşlarını korumak için kuvvet kullanılması, yani önleyici meşru müdafaa, meşru müdafaa hakkı kapsamında kalır ve hukuksaldır.
BM Sisteminde Meşru Müdafaa Bir devletin hayati önem taşıyan ulusal çıkarlarına yönelik ağır sonuçlar doğurabilecek çok yakın saldırı tehdidine karşı, saldırının başka yollarla önlenememesi durumunda ön alarak kuvvet kullanılması, önleyici meşru müdafaa olarak adlandırılmaktadır. BM meşru müdafaa hakkını 51. maddede tanzim etmiş olup uygulaması önleyici meşru müdafaayı kabul etmemektedir. Ancak BM sistemi uygulamalarında 51’inci madde ile düzenlenmiş olan meşru müdafaa hakkının önleyici meşru müdafaayı kapsamadığı açık olmasına rağmen önleyici meşru müdafaa kavramı üye devletlerin tartışmalarına ve istismarına açıktır. Uygulamada, devletlerin, özellikle ABD’nin bile önleyici meşru müdafaa hakkına başvurmaktan kaçındığı, ortam ve şartları oluşturmak için özel bir çaba gösterdiği görülmektedir. Devletlerin “meşru müdafaa” hakkı oluşturmak için kullandıkları provokasyon ve dezenformasyon taktikleri hazırlandıkları “önleyici harekâta” kamuoyu desteği oluşturma çabalarının bir parçasıdır.
Önleyici Harekât ve ABD ABD’de Reagan Doktriniyle başlayan müdahaleci yaklaşım, Soğuk Savaşın sona erdiği 1990’dan sonraki dönemde de sürdürülmeye devam etmiştir. Nitekim ABD Savunma Bakanlığınca taslak olarak hazırlanan 1992 Defense Planning Guidance (Savunma Planlama Rehberi)’da Avrupa, Asya ve eski SSCB topraklarında ABD’ye karşı bir rakibin çıkmasının önlenmesi, politik ve askeri stratejik amaçların gerçekleştirilmesi için gerekirse tek taraflı eylem yapılması ilkesi yer almıştır.
Bush Doktrini 11 Eylül saldırılarından sonra ABD, dış politikasını yeniden belirlemiş ve ulusal güvenlik stratejisini “Bush Doktrini” olarak bilinen önalma ve önleme üzerine kurmuştur. Buna göre ABD, BM Antlaşmasında yer alan meşru müdafaa hakkını genişleterek, kendisine tehdit oluşturduğunu düşündüğü terörist grup veya ülkelere, inisiyatifi elde tutarak önceden saldırı hakkını kendinde görmektedir. Ancak bu yaklaşımın, uluslararası toplumda BM sisteminin altmış yılı aşkın bir süredir inşa etmeye çalıştığı hukuk ve normlar düzenini, bir başka deyişle uluslararası güvenliği tehlikeye soktuğu açıktır. Üstelik geldiğimiz noktada demokrasi adına önleme harekâtı yürüten ABD’nin Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Mısır, Yemen vs. gibi ülkelerde demokrasi açısından bir santim yol kat etmediğini göz önüne alırsak bu doktrinin dünya barışına ne derece hizmet ettiğinin tartışılır hale geldiği çok açıktır.
11 Eylül saldırılarının hemen ardından ABD Başkanı Bush “Bu saldırıyı yapan teröristler ile bu teröristleri barındıranlar arasında fark gözetmeyeceğiz. Şimdi her ülkenin alması gereken bir karar vardır. Ya bizimlesiniz, ya da teröristlerle.” sözleriyle niyetini açıkça ifade ederek tüm dünyaya meydan okumuştur.
Neo-Conservative (Neo-Con) Akım Yeni Muhafazakârlık diye tercüme edebileceğimiz ve ABD’de Bush doktrininin temelini oluşturan bu akım, şu anda dünya ve ABD siyasetine dolaylı olarak yön vermekte ve ABD’yi sonu belirsiz bir maceraya sürüklemektedir. Neoconların en önemli temsilcilerinden olan ABD Savunma Bakanlığında Savunma Politika Kurulu (Defense Policy Board) başkan yardımcısı Paul Wolfowitz’in 1992’de hazırladığı Defense Planning Guidance (Savunma Planlama Rehberi) adlı rapor Neoconların hedefleri konusunda fikir sahibi olmamızı kolaylaştırmaktadır.
Wolfowitz raporunda ABD’nin Soğuk Savaş sonrası politik ve askeri stratejisinin bir numaralı hedefinin, Avrupa, Asya ve eski SSCB topraklarında ABD’ye karşı rakip bir süper gücün ortaya çıkmasını önlemek, bunun için; ABD’nin gerekirse tek taraflı olarak hareket etmeye hazır olması gerektiği belirtilmiştir.
Neoconlar 26 Ocak 1998’de, Başkan Clinton’a bir mektup göndererek ABD’nin niye Irak’ı işgal etmesi gerektiğini açıklamışlardır. Bu mektupta özetle;
“Irak'a yönelik mevcut ABD politikasının başarısız olduğu ve yakın bir gelecekte Ortadoğu'da, çok daha ciddi bir tehditle karşılaşılmasının olası olduğu; ABD'nin ve bütün dünyadaki dost ve müttefiklerinin çıkarlarını koruyacak yeni bir stratejiyi kesin bir dille Başkan tarafından açıklaması gerektiği; Kabul edilebilir tek stratejinin, Irak'ın kitle imha silahlarını kullanması veya kullanma tehdidinde bulunması ihtimalini bertaraf edecek ve Saddam Hüseyin rejiminin iktidardan uzaklaştırılmasını hedefleyecek bir strateji olmasını; Stratejinin, birbirinin tamamlayıcısı olacak diplomatik, siyasi ve askeri çabaların seferber edilmesini gerektirdiği ve artık diplomasi belirgin bir şekilde başarısız kaldığı için askeri harekât yapmanın kabullenilmesini, Başkana, kati ve kararlı şekilde harekete geçmeyi şiddetle tavsiye ettikleri, zayıflık ve rehavete dayanan bir davranışa sürüklenildiğinde ABD çıkarlarının ve geleceğin riske sokulacağı” ifadeleri yer almıştır.
Neoconlar, 11 Eylül 2001 saldırısından sonra bu kez Başkan Bush’a yazdıkları ve desteklerini açıkladıkları mektupta;
“Terörist örgütlere, onları barındıran veya destekleyenlere karşı savaşta, Başkanın kararlılığını desteklediklerini, ABD politikasının, sadece 11 Eylül’den sorumlu kişileri bulmakla kalmayıp, aynı zamanda dünyada ABD’ye karşı iyi niyet beslemeyen ve geçmişte ABD çıkarlarına karşı saldırı düzenleyen diğer grupları da hedef alması gerektiğini, Afganistan’a yapılması gereken askeri eylemi ve bu ülkedeki Taliban karşıtı güçlerin ihtiyaç duyduğu mali ve askeri yardımın sağlanmasını desteklediklerini, Irak devletinin, ABD’ye yönelik son saldırıya bir şekilde yardım etmiş olmasının muhtemel olduğu, bu nedenle Saddam Hüseyin’i devirme doğrultusunda kararlı bir girişim ile Irak’taki muhalif gruplara tam bir askeri ve mali destek verilmesi gerektiğini, Terörizme karşı savaşta Hizbullah’ın hedef alınmasını, İran ve Suriye’den Hizbullah’a verdikleri tüm desteği durdurmalarının talep edilmesini, aksi halde ABD’nin terörizme destek verdiği bilinen bu devletlere karşı uygun misilleme önlemlerinin alınmasını” belirtmişlerdir.
Bilindiği gibi, ABD daha sonra Irak’a (tıpkı şu anda Suriye’ye karşı giriştiği) dezenformasyon harekâtı başlatmış, kamuoyu, medya vasıtası ile aylarca Saddam Hüseyin’in kimyasal silahlarını, nükleer tesislerini, cehennem topunu, güçlü ordusunu dinlemişti. Sonuçta, ABD 2003 yılında Irak’ı tek bir mermi atmadan, işgal etti ama kamuoyu kimyasal silahlar, nükleer tesisler ve de güçlü ordusundan tek bir eser göremedi. Bırakın “güçlü orduyu” ortada orduyu temsil etme adına tek bir asker dahi yoktu…
Neoconların Başkan Bush’a yazdıkları mektupta dikkat ederseniz “Taliban karşıtı güçlere askeri ve mali yardımın sağlanması” öneriliyor. Peki, Taliban’ı besleyip büyütüp Afganistan’ın ve dünyanın başına bela eden kim? Sırf Sovyet işgaline karşı direniş gösteriyorlar diye Taliban’a destek veren kim? Aynı hatayı şu anda Ortadoğu’da yapıyorlar; demokrasi adına demokrasi karşıtlarıyla beraber olmak… ABD’nin onbinlerce dolar maaş verdiği süper uzmanlarının yaptıkları analiz işte bu kadar. Bence Savunma Bakanlığı ve Pentagondaki uzmanlar Hollywood’da senarist olarak çalışsalar daha çok para kazanacaklar.
Yeni dönem ABD dış politikası, zücaciye dükkânına giren fil gibi… Filin su içmek için bir bardağa ihtiyacı var, zücaciye dükkânına girip bardağı alıp çıkıyor. Dükkândan geriye sadece bir yıkıntı kalıyor… Fil bir daha bardağa ihtiyacı olabileceğini, ihtiyacı olursa bardağı bir daha nereden bulacağını düşünmüyor. Üstelik dükkânın sahibi, komşuları, akrabaları, müşterileri de artık file düşman oluyor… ABD bir fil cüssesine sahip olabilir ama bir fil beyni ile hareket ettiği müddetçe kendisi ve dünya barışı sürekli zarar görüyor.
Neoconların stratejisine göre ABD’ye yönelik tehditlerin önlenmesi için mevcut uluslararası hukuk düzeninde etkili tedbirler alınamaması halinde, ABD tek başına hareket ederek bu tehditlerin üstesinden gelmelidir. Yani Uluslararası Hukuk, ABD’nin beklentilerini tatmin etmediği noktalarda by-pass edilebilmelidir. ABD müttefikleriyle ve diğer uluslar üstü örgütler ile mutabakat teminine mecbur değildir. Nitekim Bush yönetiminde Savunma Bakanı olarak görev alan Donald Rumsfeld, “yumuşak güç” terimini anlamadığını belirtmiş ve ABD’nin açık ve net bir şekilde, istediği şeyi uluslararası toplumun onayı olsun ya da olmasın yapmaya muktedir olduğunu öne sürmüştür. Bu tutumuyla Rumsfeld; “ya bize katılın, ya da kesin bir ölüm veya yıkım olasılığıyla yüzleşin” yaklaşımı içerisinde olmuştur. Neocon düşünce sisteminin ABD idaresindeki en önemli figürlerden biri olan Rumsfeld’e göre dünyanın tek süper gücünün daimî müttefiklere ihtiyacı yoktur.
11 Eylül Saldırıları Saldırılardan sonra ABD yönetimi, bu eylemin sadece kendi ülkesine değil, aynı zamanda özgürlük ve demokrasiye karşı yapılan bir eylem olduğu tezini gündeme getirmiştir. O güne kadar diğer ülkelerde ortaya çıkan terör eylemlerini genelde bağımsızlık hareketi, self determinasyon hakkı, iç savaş gibi tanımlamalarla nitelemiş ve ulusal çıkarlarıyla örtüştüğü ölçüde de manipüle etmeye kalkışan ABD konu kendisi olunca terörle mücadelenin “gerekliliğini” tartışır hale gelmiştir. Türkiye’deki PKK terör örgütü de ABD’nin takip ettiği ama eylemlerine karşı sessiz kaldığı terör örgütlerinden biri olmuştur. Nitekim Türkiye, PKK ile mücadelesinde NATO’nun saldırı karşısında “Ortak Savunma Mekanizması”nın devreye girmesini öngören 5’inci maddesinin uygulanmasını istemiştir. Ancak yaşanan duyarsızlık sebebiyle Türkiye, bu çabalarından bir sonuç alamamıştır. Oysa 11 Eylül’den sonra NATO’nun 5’inci maddesi, deyim yerindeyse hemen işletilmiş, ABD’nin terörle mücadelesi NATO’nun da mücadelesi haline getirilmiştir.
Bush, 27 Eylül 2001’de Kongre’de yaptığı bir konuşmada, “Teröristlerin mali kaynaklarını kurutacağız, birini diğerine düşüreceğiz, onları bir yerden başka bir yere kaçacakları ve sığınacakları yer kalmayıncaya kadar takip edeceğiz. Teröristlere yardım eden veya onları barındıran devletleri takip edeceğiz. Dünyanın neresinde olursa olsun devletlerin bir karar vermesi gerekir: Bizimle misiniz yoksa teröristlerle mi? Bugünden itibaren teröristleri barındırmaya ve desteklemeye devam eden bir devlet, ABD tarafından düşman bir rejim olarak dikkate alınacaktır.” Okuduğunuzda çok güzel popülist cümleler içeren bu konuşma halen ABD’nin işgali altında bulunan Irak’ın kuzeyindeki PKK terör örgütüne ait kamplar göz önüne alındığında tamamen içi boş bir söylemden öteye geçemiyor.
ABD için terör tanımı sadece kendi çıkarları doğrultusunda yapacakları “harekâtın” gerekçesinden ibaret. Yoksa “terör ve terörist eylemlerin” lügat anlamı onlar için bir şey ifade etmiyor. Aslına bakarsanız uluslararası ilişkilerde de böyle; herkesin kendi teröristi, kendi mücahidi, kendi özgürlük savaşçısı var. Biri için özgürlük savaşçısı olan, diğeri için terörist olabiliyor; ama hiç kimse bunları “işgal” gerekçesi olarak kullanmıyor, daha doğrusu kullanamıyor.
Bilindiği gibi Başkan Obama “Change” yani değişim sloganı ile Başkanlık yarışını kazandı. Seçmenler kendisine Irak’tan Amerikan askerlerini çekeceği, çocukları evlerine döneceği için destek verdi; evet Başkan bunu bir dereceye kadar yaptı ama ne için? Yeni cepheler açmak için. Hiç kimsenin yeni cephelere ihtiyacı yok, dünyanın savaşa değil barışa ihtiyacı var. Bunu sağlamak için “önleyici harekât stratejileri” elbette gerekiyor ama bir ülkede terörist barınıyor diye o ülkeyi işgal etmek, sonrada viraneye çevirip çekip gitmek hangi stratejik konsepte sığıyor?
ABD’nin yaptığı yanlışların ceremesini bütün dünya çekiyor, dolayısı ile yanlış yapma lüksü yok. Kendi çıkarını düşünmesi gayet doğal; fakat yaptıkları kendi çıkarına dahi hizmet etmiyor, bunu artık anlaması lazım…
omer@kanburoglu.com < 21 Mart 2012
STRATEGIES FOR PREVENTION OF OPERATIONS
OF, and the U.S.
"Current U.S. policy on Iraq has failed and the Middle East in the near
future, it is possible that exposure to a more serious threat;
omer@kanburoglu.com < March 21,, 2012
|
|