|
|
|
|
|
Ömer Lütfi Kanburoğlu, REZA'letin Birinci perdesi, Reza Sarraf ve Babek Zencani, Türkiye'deki yolsuzluklar
REZA’letin Birinci perdesi
İran’la ticaret yapmamıza kimse karışamazmış, yok efendim ambargoyu delmemişiz, yok ambargoyu delen aslında ABD imiş vs. vs. Madem öyle doğrudan ticaret yapaydın, ne diye kırk tane takla atıyorsun? Yap ticaretini al paranı koy cebine; yok o bankaya hesap aç, buradan sahte belge ile ihracat yaptım de, paraları valize doldur götür, altın al getir. Niye uğraşıyorsun bu kadar?
Niye biliyor musun? Kazın ayağı öyle değil de ondan…
Şimdi Türkiye’de yaşayan herkesin çok iyi bildiği ama bazılarının devekuşu gibi başını kuma gömerek can ve mal korkusu ile sürekli inkâr ettiği bu REZA’letin kısa bir açıklamasını yapalım:
İran'a ambargo Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararına göre nükleer silah geliştirmesini engellemek için yıllardır İran’a ekonomik ambargo uygulanıyor. Ambargoya göre İran'a mal satmak ya da bu ülkeden mal almak yasak değil. İran'a nakit para aktarmak yasak; çünkü onlara göre, İran bu para ile uranyum alıyor ve nükleer silah geliştiriyor.
Yani kimse size İran ile ticaret yapma demiyor, yapabilirsin. Sadece yapacağın ticaretin parasını kendi ülkendeki bir bankaya hesap açarak oraya yatıracaksın, İran’a ihracat yapan tüccar da sattığı malın karşılığı kadar parayı bu hesaptan çekecek ve bu hesap uluslararası denetçiler tarafından kontrol edilecek. İşin özeti bu, bu kadar basit…
Anladın mı? Kimse sana ticaret yapma demiyor, İran’dan mal alamazsın demiyor, İran’a mal satamazsın demiyor! Sadece “benim paramı (dolar, euro) kullanıyorsan, paramı onlara verme diyor; çünkü O, benim paramla bana karşı silah imal ediyor” diyor.
Yani, yaptığın ithalatın bedelini
Türkiye’de bir bankada bloke edip, karşılığında İran’a ihracat yaptığın
sürece hiçbir sıkıntı yok, yeter ki parayı nakit olarak onlara verme. Zekâsı kıt bir insanın bile aslında ambargonun Türkiye’nin lehine bir durum olduğunu ve düzgün işlese Türkiye’nin bundan çok büyük kâr sağlayacağını anlamaması mümkün değil.
Peki, Türkiye’de ne oldu? Bu ambargoyu fırsata çevirmek isteyenler ithalat-ihracatla uğraşacaklarına ambargoyu delerek İran’ın parasını kağıt üzerinde aklayıp komisyon alma yoluna gittiler.
Türkiye İran’dan çok büyük miktarlarda petrol ve doğal gaz alıyor. Ambargoya göre Türkiye bu ticaretin bedelini Halkbank’ta açtığı hesaba yatırması lazım, yatırıyor ama İran bu parayı doğrudan çekemiyor. Bizim ihracatçımızın İran’a mal satması ve karşılığında parasını bu hesaptan çekmesi lazım. İran'ın parasını harcayabilmesinin tek yolu bu; karşılıklı alışveriş yapmak…
Gerçekte olan ne? REZA’letin birinci perdesine göre Halkbank'daki bu para İran'a ihracat yapılmış gibi gösterilerek çekilmiş, altın, euro, dolar alınmış. Sonra bu para yasadışı yollardan İran'a transfer edilmiş. Böylece İran'a yapılan ambargo da delinmiş.
Eğer bu sahtekârlık yapılmasa İran bizden milyarlarca dolar değerinde mal almak zorunda kalacaktı. Türkiye'de ekonomi canlanacak, ihracat artacak, istihdam alanları açılacak ve Türk milleti “ekmek yiyecekti”…
Bu sahtekârlıklar sebebi ile Türk ekonomisi milyarlarca dolarlık zarara uğradı, insanlar işsiz kaldı, devlet çok büyük bir vergi kaybına uğradı.
Reza Sarraf ABD mahkemesindeki itiraflarında “aynı sistemi Çin’de de kurmak istediklerini, dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'e Çin'deki bankalara referans mektubu yazdırması için oğlu Barış Güler'e 100 bin dolar verdiğini ama Çinlilerin para ticaretinin İran'la ilgili olduğunu anlar anlamaz ticareti derhal durdurduklarını” ifade etti. Çin bir dünya devi, üstelik ABD ile aynı tarafta değil ama Reza Sarraf’ın yaptığının İran ambargosunu delmek olduğunu anlayınca derhal işlemleri durduruyor ve bunu anlaması da bir ay bile sürmüyor.
Demek ki iş ticaret değilmiş, öyle mi?
Ve bunu anlamak için de uzman olmaya gerek yokmuş, sadece anlamak istersen anlıyorsun. Namuslu ve dürüstsen anlıyorsun. Bu kadar basit…
REZA’letin İran ayağı
Bu çarkın İran ayağını Reza’nın İran’daki ortağı Babek Zencani yürütüyordu.
Zencani İran’da Bakanlar Kurulu toplantılarına katılacak kadar büyümüş ve
nüfuz sahibi olmuştu ama işler artık sarpa sarıyordu. Reza Sarraf’ın ortağı
Zencani
İran’a ekonomik ambargo uygulandığı dönemde ambargoyu delmekle suçlanmış,
ABD ve AB tarafından kara listeye alınmıştı.
Bu nedenle
Zencani’nin Türkiye’de dağıtılan rüşvet ve Reza Sarraf hakkında söyledikleri
yeterince yansımadı Türk kamuoyuna...
Oysa Sarraf’ın apar
topar Amerika’ya giderek “teslim olmasını” anlayabilmek için Zencani
davasını takip etmeniz yeterliydi. Gitmeden aylar önce Türkiye’nin en büyük ihracat şampiyonunun(!) şirketlerinin içini boşalttığını, hatta bazılarının kapılarına kilit vurduğunu bilmiyor muydunuz?
Elbette biliyordunuz.
Peki, bile bile ABD’ye gitmesine niye izin verdiniz?
Niye İran’ın yaptığı gibi onu burada, Türkiye’de yargılamadınız?
Yoksa Zencani’nin “Türkiye'de 8 milyar 500 milyon dolar rüşvet dağıttık" itirafı mı gözünüzü korkuttu?
Peki, etrafınızdaki
ABD vatandaşlarından hangisi “Reza’nın ABD’de yargılanarak ortadan
kaybolmasının daha iyi olacağına” sizi ikna etti?
Bu işin tam orta yerinde, göbeğinde duran İran dahi “en azından birini” yargılarken Reza’nın ABD’de yargılanmasının daha faydalı olacağı ve bunu “milli bir dava havası vererek lehinize dönüştürebileceğinizi” söyleyerek sizi yine kandıran acaba hangi ABD vatandaşıydı?
REZA’letin Birinci perdesinde ne olacak? Amerikan Mahkemesi Türk bankalarına astronomik cezalar kesecek. Onları da aksırıp tıksırana kadar yiyenler değil, açlıktan sürünen, ay sonunu zor getiren insanlar ödeyecek; nasıl mı? Her şeye zam gelecek, her şeye…
İnkâr ederek ödemeyiz deme şansımız var mı? Var elbette, tıpkı Libya lideri Muammer Kaddafi, Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin veya Suriye devlet başkanı Beşşar Esad gibi biz de kafamıza göre takılıp “hayır” diyebiliriz. Sadece 30 kişinin zıkkımlandığı bu parayı ödememek için dünyaya kafa tutabiliriz, “onlar bizim milli kahramanlarımız, onlar bizim gururumuz” diyerek bu hırsızlara arka çıkıp hep beraber uçuruma sürüklenebiliriz veya “bunlar hırsız, sahtekâr, dolandırıcı” diyerek yargılayıp adalete de teslim edebiliriz.
Tolstoy’un "İnsan Ne İle Yaşar" adlı kitabında, çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsü yer alır. Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir Reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için Reise gidip talebini iletir. Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar kat ettiğin bütün yerler senin; fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım” der, “Yoksa bütün hakkını kaybedersin”. Pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir takati. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz… Reis olanları izlemektedir. Çok kereler şahit olduğu olay yeniden vuku bulmuştur. Adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom’u bu mezara gömerler. Reis Pahom’un mezarının başında durur şöyle der:
“Bir insana işte bu kadar toprak yeter!”
Tercih sizin… omerkanburoglu@yahoo.co.uk 04 Aralık 2017
|
|