|
|
|
|
|
Ömer Lütfi Kanburoğlu, Bu ülkede halkın demokrasi diye bir talebi yok. Demokratik talepleri ağzından düşürmeyenlerin de taleplerinin demokrasi ile alakası yok.
“Merak iyi şeydir”
Yerinde sayanlar, yürüyenlerden daha çok ses çıkarırlar.
Türkiye’de büyük sermaye gruplarında garip bir yabancılaşma var. Türk milletinin sosyo-kültürel yapısına uzak insanlar şirket yönetiyor. Yabancı, hatta başka ülke vatandaşı, bazıları Türkçe bile bilmeyen, başka bir kültürde büyümüş, içinde yaşadığı ülkenin insan yapısı ile asgari müşterekte herhangi bir şey paylaşmayan bu insanlar sanki bizimle dalga geçiyor.
Bunun en çarpıcı örneğini ANAP seçim kampanyasını yürütmesi için ünlü Fransız reklamcı Sequela ile yıllar önce anlaşarak vermişti. Sonuç itibarı ile parti öyle bir kafa üstü çakıldı ki, bundan çıkardığı ders ile bu sefer ikinci bir hata yaparak gitti, seçim kazanmak için bir cemaat ile anlaştı.
Vay anam, vay… Ne cemaatmiş? Halk oy vermeyecek ama siz yine de cemaat desteği ile iktidar olacaksınız. İşte böyle bir şey yaşadığın ülkeye ve insanına yabancı olmak.
Oysa, son yıllarda bir siyasi partinin her iki seçmenden birinin oyunu alarak kazandığı başarı bu konuda birikimi zayıf olanlara ders olabilecek güzel bir örnek teşkil ediyor.
Bu oy patlaması tamamen üç başlıklı bir imaj çalışması ile açıklanabilir. Birincisi ve en önemlisi halkı kucaklamak, onunla beraber dertlerini paylaşıyor gibi görünmek. Bu toprağın insanları adam yerine konmayı çok önemser; adama küfür de etseniz, ilk önce arkadaş olmalısınız. Arkadaş olduktan sonra yedi sülalesine dahi küfür etmenizde sakınca yoktur.
İkincisi, halk gibi itilip kakıldığı görüntüsü vermek. Bu ülkede insanlar fazlasıyla itilip kakıldıkları için devlet otoritesine karşı bir antipati duyuyorlar. Hal böyleyken hem devleti temsil edip hem de halka şirin gözükmek ancak kendinizi “mazlum” göstererek gerçekleşebilir. Böylece vatandaş “O da benim gibi” diye düşünüyor, sizi kendi yerine koyuyor.
Üçüncüsü ve en önemlisi bütün bunları yaparken çalışıyor görüntüsü vermeyi ihmal etmemek. Kendinize çalışsanız dahi çalışmanız lazım. Oturup fikir üretmek filozofların ve sosyal demokratların işidir, onun için eğer filozof veya sosyal demokrat değilseniz fikir değil bir şeyler üretmeniz, hizmet etmeniz lazım. Siz hizmet edin yeter, yediğinize içtiğinize kimse bakmaz. Mesela öyle belediye başkanı var ki, onu seçenler kendisinden nefret etmesine rağmen yıllarca oy veriyorlar. Çünkü adam iyi ya da kötü hizmet ediyor. İş yaparken bir sürü hata da yapıyor ama oturup laf üretmiyor neticede yanlış da olsa iş üretiyor, bu da kendisine oy olarak geri dönüyor. Sonuç olarak seçmenlerin hepsi mimar, mühendis veya hukukçu değil, oy verirken fayda maliyet analizi yapmıyor, yapılan işin on-onbeş sene sonra ne gibi sonuçlar doğuracağı umurunda değil, hukuka uygunluk aramıyor. İnsanlar suyu aksın, çöpü toplansın, trafik sıkışmasın istiyorlar diğer “ince” konular onları ilgilendirmiyor, zaten anlatsanız da anlamazlar.
Bu yöntemlerin hiç biri ahlaki ve hoş şeyler değil. Ama ürettiğiniz politika sonucunda halktan oy istiyorsunuz. Eğer otokontrol sistemi gelişmiş bir toplum yaratmak istiyorsanız insan yapınız da ona göre olmalı. Halkın seçilmişler üzerinde otokontrol sistemi kurabilmesi için eğitimi yüksek ve ahlâklı bir toplum gerekir.
Birinci ve ikinci maddelerdeki halkı kucaklamak ve halkın parçası gibi gözükmek ülkeden ülkeye değişir. Bunu gerçekleştirmek için ülkenin sosyo-kültürel ve ekonomik yapısını, eğitim durumunu iyi analiz etmek gerekir. Türkiye gibi halkının %80’inin cahil, kültürünün dogmalara dayandığı ve ekonomik durumunun yerlerde gezdiği bir ülkede aslında işiniz daha basittir.
Cahil ve hurafelere inanan insanları sevk ve idare etmek kolaydır. Rahatça kandırabilir, hedefe doğru yönlendirebilirsiniz; maliyeti çok düşüktür. Oysa, ekonomik yönden gelişmiş ve her duyduğuna inanmayıp sorgulayan toplumları idare etmek çok zordur; onları inandırmak için çok çaba sarf etmeli ve para harcamalısınız. Bu da yüksek maliyet demektir.
Eğer halkı iyi analiz edemiyor, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışıyorsanız bütün malınız elinizde kalır ve iflas edersiniz.
Burada meşhur fıkrayı anlatmadan geçemeyeceğim; İki arkadaş bir balonda seyahat ederken yollarını kaybetmişler. Biri diğerine “biraz alçalalım şu aşağıdaki adama yol soralım” demiş. Alçalmışlar, adama sormuşlar: “Hey, hemşerim biz neredeyiz?” Adam cevap vermiş: “Bir balonun içindesiniz” balondakiler ve bu cevap üzerine “Sen neredesin” diye sormuşlar. Adam bu sefer “Ben tam sizin altınızdayım” diye cevap vermiş. İki arkadaş birbirlerine bakmış ve adama sormuşlar “Kardeşim sen sosyal-demokrat mısın?”. “Evet, nereden bildiniz?” diye sormuş adam. “Nereden bileceğiz, söylediklerinin hepsi doğru ama hiçbir işe yaramıyor” diye cevap vermişler.
Doğruları söylemek her zaman bir işe yaramıyor. Aç insanın tek doğrusu vardır, o da karnını doyurmak. Karnı aç insana doğruları anlatmanız çok zordur, önce karnını doyurmak kaçınılmaz şarttır.
Anlaşılacağı gibi demokrasi tek başına bir şey ifade etmiyor; onu yaşatan toplumun kendisidir. İyi bir hayat ve birbirine saygı duyan bir toplum yaratmak için onu hak etmek gerekir. Türkiye gibi bir ülkede halkı analiz etmeden, halk adına karar verip, sonra da onların isteğinin “demokrasi” olduğunu düşünmek şirketlerinin yönetimlerini yabancılara teslim eden holdinglerin haline benziyor.
Bu ülkede halkın demokrasi diye bir talebi yok. Demokratik talepleri ağzından düşürmeyenlerin de taleplerinin demokrasi ile alakası yok. İnsanlar sadece kendilerini düşünüyorlar, eğer kendilerini kurtardılarsa diğerlerinin ne durumda oldukları onları ilgilendirmiyor.
Yarın bir parti lideri çıkıp, herkese 500.-TL maaş veriyorum, her vatandaşın evine bedava telefon, su, elektrik vereceğim, herkes bedava sağlık hizmeti alacak dese ve bunu yürürlüğe koysa, emin olun kimse “nereden geliyor bu değirmenin suyu” diye sormaz. Üç sene içerisinde devlet batar, borçlar ödenemez hale gelir ama o süre içerisinde siz iktidar olmanın nimetlerinden yararlanırsınız ve gittikten sonra insanlar arkanızdan ülkeyi batırdığınızı değil, kendilerini nasıl refah içinde yaşattığınızı konuşur. Ondan sonra iktidar olmasanız da olur, artık ölene kadar bu fakir millet size bakar. Bir “duayen” olarak insanlara görüş verirsiniz, kallavi bir maaş alır, yan gelir yatarsınız.
Bu sonuç demokrasi tüccarlığı yapılan bir ülkede başarıdır, başarılı bir hayat hikâyesidir ama demokrasi ile yönetilen ülkelerde ise utanç vesilesi olup zaten kimse bunu yemez. Demokrasilerde böyle başlayan hikâye kitapları okunmadan daha birinci sayfada kapanır; kimse bunları okumaz.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısına baktığımız zaman demokratik bir yönetim biçimi oluşturmak hayal gibi bir şey…
Kalın sağlıcakla,
omerkanburoglu@yahoo.co.uk 04 Ağustos 2009
|
|